Marsilya havalimanında Paris’den gelen profesyonel rehberimiz eşliğinde özel otobüs ile ünlü ressam Cézanne’ın yaşamış olduğu, şirin dar sokakları ve pazarlarıyla ünlü Ortaçağ kenti Aix-en-Provence şehrine hareket ettik. Bu turumuz hem tarihi hem de gastronomik bir tur olacaktı. Otel odaları diğer ülkeler gibi değil, sadece Fransa genelinde otel sistemi oldukça eski binalar ve küçük odalardan ibaret. Bu şehirlerde musluk suyu içiliyor, ayrıca şehirde çok fazla çeşme var yine bu çeşmelerden su içmek mümkün.
Şehrin merkezindeki “Grand Hotel Negre Coste “ adlı otelimize yerleşip, daha sonra şehir turuna çıktık. Şehrin nüfusu 55000, 500 adet çeşme var. Diğer bir ismi “sular şehri”. Biz lavanta tarlalarını görmeyi hayal ediyorduk ama daha önceki araştırmalarımızdan da öğrendiğimiz gibi lavantalar haziran sonu açıp, temmuzda iyice büyüyorlarmış.Temmuz ayında sıcaklık 35 dereceyi bulurmuş. Akşamları denizden gelen mistral rüzgarları esermiş. Meydan da 3 tane dev heykelli çeşme var. Provence; sanat, tarih ve bir kültür şehri. Romalıların kurduğu “hamamlar şehri” deniyor. Her yıl 5-29 Haziran tarihleri arasında sanat festivali düzenleniyormuş. “Kalixonteks” diye bizim badem ezmesi çok meşhur, ancak kavunlu, limonlu ve portakallı çeşitleri var. Ana caddesi “Cour Mirabeu” da kalkerli taşlardan yapılmış binalarla çevrili, çok sıcak olduğu için özellikle kalkerli taş kullanılmış. Ünlü ressam Cezanne 1886 da bu şehirde doğmuş, babasının o zamanlar şapka dükkanı varmış, daha sonra banka kurmuş. Yazarın çocukluk arkadaşlarından biri de Emile Zola. Yazar Paris Güzel Sanatlar Akademisine girmek istemiş, kabul edilmeyince Zafer dağına yerleşip, izlenimcilik resimleri yapmaya başlamış, bu arada oldukça fazla absent viskisi içkisi içermiş. Bu içkinin içindeki maddenin beyinde tahribat yapması sonucunda resimlerinde daha çok sarı renkleri kullanmış. Şehirde 1888 yılında kurulan Les Garcons deux restaurant’ında yemeklerini yer, karşılığında da tablo hediye edermiş.Daha sonra restaurant’ın sahipleri bu resimleri Amerika’ya satmışlar. 67 yaşında yıldırım çarpması sonucunda vefat etmiş. Resimleri Paris ve Moskova da sergileniyor.
Akşam yemeğimizi Les Garcons deux Restaurant da yedik, deniz ürünleri sevenler için ideal bir yer. (istridye, karides vs) benim tavsiyem Cassoulet de Lotte et St Jacques(deniz tarağı). Sufle kabında içinde beyaz sos ile üstü ise milföy hamuru ile kaplı bir şekilde servis edildi. Biz biraz fazla şarap içip, birçok deniz ürünü söylediğimiz için adam başı yaklaşık 70 Auro ödedik.
Ertesi sabah Avignon şehrine doğru yola çıktık. Fransa’nın güney batısına doğru inmeye başladık. Bölgeye Provence Alp Dazour deniyormuş. Bu bölge şarap üretilen bir bölge olup, Fransa dünyada bir numaralı şarap üreticilerinden. Fransa da 17 nükleer Santral varmış, çevreyi kirletmediğini, elektrik üretildiğini ve bu yüzden Fransa’da elektriğin çok ucuz olduğu bilgisini rehberimizden öğrendik. Aynı zamanda bölge çok sıcak olduğundan meyvecilik de çok gelişmiş. Yolumuzun üzerindeki Custelle köyündeki Lavanta Müzesini de gezdik. Lavanta Müzesinde Lavanta ve Lavantin farklılığı hakkında bilgi aldık. Lavanta sadece mor renkte değil aynı zamanda yeşil, kırmızı ve beyaz lavanta da yetişmekteymiş. Lavanta 800 metre yükseklikte yetişip, tıp ve parfüm alanında kullanılırmış, böcek sokması, uykusuzluğa iyi gelirmiş. Lavantin ise sadece Provence’de yetişip, endüstriyel alanda kullanılmaktaymış. 1 kg lavanta yağı için 130 kg lavanta kullanılırmış. Eski imbiklerin altında ateş yakılıyor, yarısını su ile yarısını ise lavanta ile doldururak elde ediyorlar. 16.yy dan beri üretiyorlarmış, kadınlar lavantaları toplar, erkekler ise fabrika da üretirlermiş. Buradan ellerimizde lavanta sabunları, çiçekleri, kremleri ile alışveriş yaparak ayrıldık. Daha sonra bence en güzel şehirlerinden biri olan “Lisle sur le sorgue” ye geldik, bu şehrin iki özelliği var, birincisi küçük bir Venedik gibi nehirler üzerine kurulmuş, her tarafında su değirmenleri var, oldukça temiz bir nehir. İkinci özelliği ise Antikacılar şehri. Her yıl 18 Nisan da Antika Fuarı kuruluyormuş, 96 yıldır bu fuar kuruluyormuş ve dünyanın her tarafından bu fuara katılım oluyormuş. Burada köy evlerini kiralamak oldukça pahalıymış, 1 aylık kirası 20.000 Avro dediler. Taştan yapılmış, alçak tavanlı her evin havuzu var, bu evlere Ma deniyormuş. Paris’ten gelip bu evleri kiralayanlar üzüm bağlarını ve köyleri geziyorlarmış, kışın ise bu şehirde 8000 kişi yaşıyormuş. Öğlen yemeğini nehrin kenarındaki herhangi bir restaurant’da yedik, oldukça güzeldi.
Avignon Rhonenehri ile başlıyor. “Avignon” dört taraflı rüzgar demekmiş. Şehrin en güzel saati güneşin saat 14.30 da Papalar Sarayına vurduğu zamanmış. Güney Fransa’nın en güzel şehri, geliri şarap ve zeytinyağından oluşuyor. 4.5 km uzunluğundaSurlarla çevrili şehirde 170 tane kule var. Eski şehrin 16 adet kapısı varmış. Papalar sarayı en önemli dini saraymış. Bu şehirde seramik ve hediyelik lavanta sabunları satan çok şık mağazalar var. Avignon'un ünlü "St. Bénézet" Köprüsünün görünümü de muhteşemdi.
Tekrar yola çıkarak akşam konaklayacağımız Nimes şehrine gittik. Burası 150.000 nüfuslu bir şehir, %92 ile ırkçı parti oy almış. Roma döneminden kalma Roma evi, Anfiteater’ı gezdik. Anfi Teater 5’nci yüzyılda istilacı Vizigotların sığınma yeri, Ortaçağ döneminde yoksulların toplu ikametgahı ve günümüzde de boğa güreşi yapılan bir yer olarak kullanılmaktadır. 23.000 seyirci kapasiteli, burada gladyatör savaşları yapılmış. Eski Şehir de LA MAİSON CARREE denilen tapınak Roma’daki Apollon tapınağının aynısı. Daha sonra İspanya sınırına yakın Gard köprüsüne gittik. Bu hem köprü hem de su kemeri, Roma’lılar 7 senede yapmışlar, 3 kemerhanli bu köprünün üzerinde 260 kemer var. 2000 yıllık bir kemer.
Nimes şehri ile ilgili çok hoş anılarımız yok, kaldığımız otel çok iyi değildi. yedi tepeli, çok geniş kaldırımları olan, yeşillikler içerisinde bir şehir. İlk gün akşam şehrin yerel lokantalarından Restaurant Nicolas da yemek yedik, buranın özel balık çorbasını içtik, bizim bildiğimiz gibi içinde balık ve deniz ürünleri olan bir çorba değil, yeşil mercimeğin piştikten sonraki rengi gibi süzme bir çorba, yanında “rouille” denilen safranlı bir sos ve rendelenmiş kaşar peyniri ile ikram ediyorlar, Ben kremalı midye yedim oldukça lezzetliydi. Maalesef bu restaurant’ın sahibi huysuz bir yaşlı bir hanım ve torunu olduğunu zannettiğimiz aksi bir genç garson tarafından son derece hoş olmayan bir hizmet ile karşılaştık.Nimes deki son gecemiz de ise şehrin merkezinde Wine Bar Restaurant’da yedik, kısacası buradaki yemeklerden çok zevk aldığımızı söyleyemem.
Ertesi gün Marsilya’ya geri dönmek için tekrar sabah 09.30 da yola çıktık, yolumuzun üzerindeki Şövalyeler Şehri diye anılan Aigues-Mortes’e de uğradık. Ortaçağ şehirlerinden biri ancak tamamen turistik bir yer. Buranın camark denilen tuzu çok meşhurmuş. Ayrıca saligu denilen bir turşusunu da önerdiler.Dört tarafı kapalı, 16.yy dan beri İspanyol Çingenelerinin yerleştiği bir şehir. Bu bölge çok büyük bir delta bölgesi.Fransa da 70.000 gitane (çingene) varmış. Boğaya tapıyorlar.Yol boyunca at ve boğa çiftlikleri gördük, beyaz atlar burada yetişiyor, bu atları en koşucu at özelliğine sahiplermiş.
Tekrar yolumuza devam ettik, Marsilya’ya gelmeden önce deniz kenarında ki Cassis köyüne indik. Burası da turistik restoranlarla dolu, yatların ve teknelerin bulunduğu küçük bir liman.Limana inerken panjurları kapalı yazlık evler var, bahçelerden rengarenk çiçekler fışkırıyor. Denizi karşınıza aldığınızda solda tepede Cassis kalesi yeralıyor. Herhangi bir restauranta girdik, nihayet meşhur Bouillabaisse çorbası sipariş edildi, içinde deniz ürünlerinden ne ararsanız var, bu arada yemeklerde bol miktarda safran kullanılıyor. Çorba gayet lezzetliydi ancak bir kişi için oldukça fazlaydı, Kızım Zeynep midye sipariş etti, büyükçe bir güveç kabında geldi. Tabikii her zamanki gibi rose şarap sofranın vazgeçilmeziydi. Yemekten sonra tekne gezisine çıktık, rehberimizin anlata anlata bitiremediği tekne gezisi çok da enteresan değildi, taşlık bir bölge, çakıl taşlı plajlar var, 3 tane Calanques dedikleri kayalıkları gördük. Bu Calanques’ler liman olarak da kullanılıyormuş, turuncu renklerden oluşan renkli kalkerli taşlardan oluşan falezler.Kayalıkların üst kısımlarında halep çamı denilen ağaçlar bulunmakta.
Daha sonra tekrar Marsilya’ya geri döndük, Marsilya Akdenizini en önemli ticari limanlarından biri. 1962 yılında Cezayir bağımsızlığını ilan ettikten sonra 150.000 Cezayirli Marsilya’ya yerleşiyor. Tepelere 35 katlı dev siteler yapılarak buralara Cezayirliler yerleştirilmiş.Bugün 4.5 milyon Cezayirli yaşıyormuş, ancak bunlar iş bulamadığı için hırsızlık, mafia olayları son derece artmış. Çantalarımıza, telefonlarımıza dikkat etmemiz konusunda özellikle ikaz ettiler.Malta Şövolyeleri eski limanın girişine kule yaptırmışlar. Şehrin en yüksek tepesinde Notredame de la garde katedrali var.Burada da daha önceden Miramar adlı restaurant’a yer ayırtmıştık ancak öğlen yemeğini geç yediğimiz için buraya da gidemedik. Oteller eski liman denilen bölgede yer alıyor, New Hotels of Marsilya da kaldık, oldukça temiz ve şık 4 yıldızlı bir oteldi. Açıkcası burada çok gezmedik, çünkü diğer şehirleri gezmekten çok yorulmuştuk.Bu turu düzenleyen sevgili arkadaşımız Neşe Dirim’e ve Jestur ‘dan Sevda hanıma bir kez daha teşekkürler, bir dahaki seyahatte görüşmek üzere ...